Mustafa Kırıkçı'yı vefatının 8. yılında rahmetle anılıyor.

Gazetelerde Üstada ve Nur talebelerine iftira ve sataşma yazıları çokça neşredilirdi. Benim de bunlara karşı yazılarım yayınlanmıştı. Üstad yazılarımın devam edip etmediğini sordu...


Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Mustafa Kırıkçı'yı vefatının 8. yılında rahmetle anıyoruz.

12 Nisan 1926 tarihinde Konya-Bozkır ilçesinin Sopran (Badurdu) köyünde dünyaya geldi. 12 Ekim 1959'da öğretmenlikten istifa etti. Şubat 1968'de tekrar vazifeye döndü. 1971 tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi ve 20 Mart 1979'da İstanbul İmam Hatip Lisesi Edebiyat Öğretmeni iken emekli oldu. 1960'dan sonra  Nur, Bediülbeyan, Bediüzzaman  gibi gazeteler yayınladı. 2 Mart 2011'de vefat etti.

Mustafa Kırıkçı Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hazretleriyle nasıl tanıştığını şöyle anlatmıştı:

Risale-i Nur ile temas

"Bediüzzaman Said Nursi ismini ve Risale-i Nur'u zannediyorum, köyümde iken Serdengeçti mecmuasından öğrendim, bu mecmuayı da devamlı takip ediyordum. Derginin Ağustos 1952 tarih ve 17 sayılı resimli kapağında, 'Said Nursi 20. Asır Karanlığını Delerken' başlığı ile beraber bir de şöyle bir dörtlük vardı.

"Çık neredesin, zuhur et, biz seni bekliyoruz.
"Yıllardır yollarında yorgun, emekliyoruz.
"Musa ol! Hakka yüksel, tecelli et de Tur'a;
"Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nura.

"O sıralarda, Eşref Edib'in yazdığı Tarihçe kitabı da elime geçmişti. Osman Yüksel'in, Ankara'da kaldığı yere kadar giderek, Üstad hakkında kendisinden hem bilgi edindim, hem de Risalelerden üç tane teksir edilmiş küçük kitap aldım. Bunlar İman Hakkikatları, Nur Aleminin Bir Anahtarı gibi risalelerdi. Bu risaleleri kendisine üniversiteli talebelerin getirdiğini ve isteyenlere vermesini söylediklerini de anlatarak kitapları, sakladığı yerden, yani kütüphanesinin arka yerlerinden çıkarıp bana vermişti. Ben ondan, Üstadın bütün eserlerini soruyor ve istiyordum. Yine aynı günlerde, Ankara'dan Eskişehir üzeri İstanbul'a gideceğimi anlatmam üzerine, bana, Eskişehir'de saatçi iki kardeşin adresini verdi ve onlardan külliyatı elde edebileceğimi söyledi. Bunlar, saatçi iki kardeş, merhum Şükrü ve Muhittin Yürüten isimli çok kıymetli iki Nur talebesiydi ve ikisi bir dükkânda beraber çalışıyorlardı.

Berrak simalı ve Nur karakterli kimseler

"Eskişehir'de kendilerini buldum. Nurların tamamını almak için geldiğimi anlatınca beni çok hoş karşıladılar. Ben de doğrusu böyle berrak simalı ve Nur karakterli kimselerin yanında çok duygulandım. Şükrü ve Muhittin kardeşlerden eski ve yeni yazılı olmak üzere ne bulabildimse, hepsi teksir birçok kitap aldım. Bunlardan İnebolu teksiri, iki ciltlik Asâ-yı Musa hâlâ elimdedir. Eskişehir'de bana, Süleymaniye-Kirazlı Mescit Sokağındaki 46 nolu adresi de bildirdiler. İstanbul'a gelince 46'daki Ahmed Aytimur'dan da birçok kitap alıp bavulumu doldurdum. Risaleleri incelemeye başlamıştım. Bilhassa yaz tatilinin uzun günlerinde hiç usanmadan zevkle okuyordum.

Bekir Berk ile görüşmelerimiz

"Askerlik hizmetinden sonra Akşehir'in Atsız köyü öğretmenliğine tayinim yapıldı. Zaten yedek subaylık hizmet süresinin yedi sekiz ayını da orada geçirmiştim. Merhum Bekir Berk de daha önce Akşehir'de avukatlık yapıyordu. Merhumun kendisi ile tanışmamız, Türk Milliyetçiler Derneğinin 1952 yılında Ankara'daki büyük kurultayında olmuştu. Akşehir'de, kader bizi yeniden birleştirmişti. Mesai vakitlerinin dışında hemen her gün bir araya gelir, uzun sohbetler ederdik, yiyip içmemiz dahi çok vakit beraber olurdu.

Bediüzzaman'a ilk ziyaretim

"İşte orada iken, yani Atsız köyünde öğretmen iken, bir Cuma sabahı ki, hiç unutmam, 1955 Aralık 31. gündür, evde bir boy abdesti alıp Akşehir'den Eskişehir tarafına giden bir otobüse atladım ve Emirdağ'a geldim. Bediüzzaman'ı ziyaret edecektim. Akşehir'den hediye olarak bir de lokum kutusu elimde idi. Çarşıda etrafıma bakınıyor ve kimseyi tanımıyordum. Büyük Caminin yakınında, genişçe bir manifatura mağazası ve içinde de başında beresi olan bir şahıs gözüme ilişti. Meğer bu, merhum İbrahim Kantar imiş. Selâm verip dükkâna girdim ve kendisine niçin geldiğimi anlattım. Kantar bana, 'İşte evi' diye dükkânın karşı tarafında eski, basit bir evi gösterdi. Ve Üstadın çok hasta olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini de ilâve etti. 'Ama yine de bir haber edelim, hizmetçisi Konyalı Zübeyir şimdi buralardan geçer, ona söyleriz' dedi. Biraz oturduktan sonra merhum Zübeyir Ağabey geldi. Dükkânda o da bana, Üstadın hasta olduğunu anlatarak, gidip kendisi ile görüşeceğini ve orada benim biraz beklememi söyleyip ayrıldı.

"Beni heyecan sarmıştı, az sonra Zübeyir Ağabey döndü. Üstadın bana selâm gönderdiğini, 'Benim için, on tane hocadan daha ehemmiyetlidir' dediğini ifade ile, şimdi halinin müsait olmadığı için görüşemeyeceğini, 'ama ileride inşaallah görüşeceğiz' sözlerini bana nakletti. Ben de; Üstadı görmeden gitmek istemediğimi kendisine ısrarla ve tekrarla ifade ediyordum. Sonra şöyle bir yol buldu, dedi ki:

Tam ezan okunacağı esnada, oturan cemaat birden ayağa kalktı

"Kardeşim, bugün Cuma, Üstad, her zaman çıkmaz, ama İnşaallah bu Cuma camiye çıkar, sen de orada görmüş olursun.' Ben erkenden abdest alıp, Çarşı Camiinin üst mahfelinde Üstadın geleceği yerin yanına oturdum ve beklemeye başladım. Camide vaaz veriliyordu, cemaat dolmuştu, tam ezan okunacağı esnada, oturan cemaat birden ayağa kalktı; dönüp baktım, Koca Sultan, o bilinen cübbesi ve sarığı ile ve bütün haşmetiyle caminin üst mahfeline gelmiş ve cemaat da ona hürmeten ayağa kalkmıştı. Yanında Zübeyir Ağabey vardı, o anda gözüm, sanki Yavuz Sultan Selim Hanın canlı misalini görüyor gibiydi. Gelip tam yanıma oturdu. Namazlar kılındı, sonra dışarı çıkan halk, onun geçeceği caddenin iki yanına diziliyordu. Ben de aralarına katıldım. Üstad, sağ eli göğsünde halkı selâmlayarak ağır ağır yürüyüp gitti. Ben de kendisini işte o zaman rahatça seyretme imkânını bulmuş oldum. Böylece, Emirdağ'da daha fazla kalmadan, aynı gün yine otobüsle Akşehir'deki evime döndüm.

(Mustafa Kırıkçı ağabeyin farklı zamanlarda çekilmiş resimleri)

Bediüzzaman Risale-i Nur'un Berlin üniversitesinde okunduğunu anlattı

"1956 senesinden itibaren Üstadı bazen Isparta'da, bazen Emirdağ'da olmak üzere toplam on üç defa ziyaret ettim. Gittiğim her yolculuğu, sekiz oldu, on oldu diye sayardım. Öğretmenliğimi de Akşehir'den, Konya'nın Lâlebahçe ve sonra da Evdereşe okullarına naklettirmiştim. Buralarda iken, bilhassa son iki sene kaldığım Evdereşe'de, Risale-i Nur'a tam dalmış ve Nur Talebeleriyle de irtibata geçmiştim. Her üç dört ayda bir Üstada gidiyor manevi feyizler alıyordum. İlk Isparta seyahatimde Üstadı evinin dış kapısında dışarı çıkma üzere iken görüp elini öptüm. Orada ayak üzeri iken bana, Risale-i Nur'un Berlin üniversitesinde okunduğunu anlatarak, başımı sıvazladı ve yanındakiler de, beni Hüsrev'e götürmelerini söyledi. Gittik, Hüsrev Ağabey, evinde bana âdeta pırıl pırıl parıldayan bir evliya suretinde göründü. Tahmin ediyorum, iki saat kadar nasihatlarını ve sohbetlerini dinledim ve çok duygulandım.

Gazetelerde yaz

"Gazetelerde Üstada ve Nur talebelerine iftira ve sataşma yazıları çokça neşredilirdi. Benim de bunlara karşı, o zamanın Hür Adam gazetesinde birkaç tane makale şeklinde yazılarım yayınlanmıştı. Herhalde Üstad bunlardan haberdar olmalı ki, birgün Emirdağ'da, yazılarımın devam edip etmediğini sordu. 'Yazmıyorum' deyine, 'Hayır, yaz, yaz' buyurmuşlardı.

Hizmetin içindeyim

"Üstada ve Nurlara ünsiyetim arttıkça, kendimi hizmetin içinde hissediyordum. Bütün meşgalemi ve faaliyetimi Nur Risalelerini okumaya ve yaymaya sarfetmekte idim. Ankara'da büyük mecmuaların matbalarda basım işine de başlanmıştı. Sık sık Ankara'ya gidiyor, orada çalışan faal Nur talebeleri ile tanışıp bazen günlerce yanlarında kalarak hizmete yardımcı oluyordum. Hattâ, Mektubat'ın ilk baskısı yapılırken noktalama işinde bir nebze, merhum Atıf Ural'la beraber çalışmıştım. Zübeyir, Sungur, Ceylan ve Abdullah Yeğin'in hallerini çok beğenir, kendimin de onlar gibi her işi bırakarak, bütün varlığımla Risale-i Nur'la çalışmayı arzuluyordum. Nurun daktilo yazıcısı hava binbaşı Merhum Hayri Beyi, bütün malzemesi ile birlikte birgün gizlice Evdereşe'ye götürdüm, oturduğum lojmanın bir odasını da kendisine tahsis ettim. Orada birkaç ay çalışarak, büyük Tarihçe-i Hayat'ın eski yazılı parçalarını daktilo ile yeni yazıya çevirdi. Ben de noktalama işlerini yaptım, sonra hazırlanan kısımları parçalar halinde Ankara'ya ulaştırdık.

"Ben çoktan beri bir Mustafa bekliyordum"

"Zannediyorum, 1958 senesi idi. Üstadı ziyaret için Isparta'ya gitmiştim. Üstad, o sırada hizmetçilerin hepsi Ankara'da hapis oldukları için, evinde yalnız kalmıştı. Gerçi evin sofası ile öteki odalarında Mustafa Gül Ağabeyle, Küçük Ali Ağabey de gözüme ilişmişlerdi. Fakat onlar, ziyaretim esnasında Üstadın odasında bulunmadıkları için ben, Üstadla baş başa kalmıştım. Bana, yanındaki yardımcı ve hizmetçilerini hapse koymaktaki maksadın, 'kendisini yalnız bırakarak müşkül bir vaziyete sokmak' olduğunu anlattı. Ayrılmak için ben ayağa kalkıncı, Üstad da kalktı, bu hiç görmediğim bir haldi, benimle beraber odasının kapısına kadar beraber geldi, orada bana şöyle dediğini hiç unutamam: 'Ben çoktan beri bir Mustafa bekliyordum, meğer o Mustağa senmişsin.'


Son Fotoğraflar

Tüm Fotoğraflar